1944 tarihinde Kırım’ı Almanlardan geri alan Sovyet Rusya, burada etnik bir temizlik yapmaya başlar. Slav kökenli olmayan halklar Kırım’dan çıkarılır. Önce Kırım Türkleri daha sonra Kırım’da yaşayan Slav olmayan diğer halklar zorunlu göçe tabi tutulurlar.
Bugün de Kırım Türklerinin vatana dönüşü ve yeniden Kırım’a hakim olma mücadelesi hala devam etmektedir.
Bu mücadelenin sembol isimlerinden biri Mustafa Cemil Kırımoğlu’dur.
Burada nakledeceğimiz hatırayı Mustafa Cemil Kırımoğlu anlatıyor.
Mustafa Cemil Kırımoğlu’nun anlattığına göre sürgünden bir gün önce herşey sakindir. Pek çok evde olduğu gibi Cemil Kırımoğlu ailesinin evinde de cepheden gelen izinli Rus askerleri yaşamaktadırlar. Kırımoğlu ailesi 17 Mayıs 1944 günü evlerinde büyük bir temizlik yapmaya başlar. Her şeyi yıkayıp, silip, süpürürler. Onların bu çalışmalarını gören Rus askerleri “niçin yapıyorsunuz böyle bir şeyi, ne gerek var, ya birden buradan çıkarılırsanız, boşuna yapmış olmuyor musunuz?” sözleriyle yakında gerçekleşecek olan sürgünü ima ederler. Fakat sürgünle ilgili olarak tek bir kelime etmezler. Kimse de durumdan şüphelenmez.
18 Mayıs sabaha karşı saat dört veya beş civarında askerler Kırımoğlu ailesinin evine gelirler.
Evden çıkmalarını, hem de çabuk çıkmalarını, yolcu olduklarını söylerler.
Bunun sebebi sorulduğunda da, Kırımlılara hain olduklarını, bunun Sovyet hükümetinin kararı olduğunu ifade ederler ve ellerini çabuk tutarak çıkmalarını isterler.
Bütün Kırımlılar gibi Kırımoğlu ailesi de şaşkındır, sersem gibidirler. Yaşanan büyük bir kaostur. Kırımoğlu ailesinin evinde beş kişi vardır. Kırımoğlu’nun teyzesi avluda ağlayarak “bizleri öldürecekler! kefenlerinizi alın!” diye bağırmaktadır.
Kırımoğlu o günü unutamadığını, o günün hatırında olduğunu söyler ve o gün meydana gelen tuhaf bir hadiseyi şöyle tasvir eder.
“Rüzgar uğulduyor, ağaçları sarsıyor, kimi ağaçların dalları kopuyordu. Rüzgarın, ağaçların uğultularına, köpeklerin havlamaları, ulumaları, ineklerin böğürmeleri, bizlerin feryatları karışıyordu. O günün sesleri tarifsizdi. O günün feryatları… korkunçtu. Ardından dolu yağdı, iri iri dolulardı. Biz ağlamadık yalnızca. Sanki bizimle beraber gök ağladı. Hayvanlarımız ağladı. Ağaçlarımız ağladı.”
Kırımlıları Akmescit’e getirip hayvan vagonlarına doldururlar. 28 gün yol giderler. Bütün yol boyunca bir kere yemek verilir kafileye.
Yolculuk yaptıkları trenin vagonu o kadar doludur ki, o kadar sıkışıktır ki, ayaklarını dahi uzatamazlar. Vagonda ölenleri yol kenarına bırakıp giderler, gömemezler.
Yolculuk Özbekistan’ın Semerkant şehrinde son bulur. Yolcuları stadyumda toplarlar. Yanlarına alabildikleri eşyaları, bohçaları bir kenara bıraktırırlar. Kırımlıları tüfeklerle ite kaka hamama götürürler. Kırımoğlu burada yaşadıklarını “Anlatılır gibi şeyler değildi. Bizleri dipçikliyor, küfürler ediyor ve üzerimize ilaçlı kaynar su atıyorlardı. Kaynar suya dayanamayıp ölenler oldu” sözleriyle anlatıyor.
Hamamdan sonra yine stadyuma getirirler onları. Dönene kadar bohçaları, eşyaları karıştırılmış, işe yarayacak olanlar yağmalanmıştır.
Daha sonra kafileyi eşek arabalarına koyarak köylere dağıtırlar. Kırımoğlu, “At ahırlarında yattık. Ne yorganımız ne döşeğimiz vardı. Günlerce, haftalarca yerde yattık. Oradaki ağır şartlarda pek çok insanımız hastalandı, pek çoğu öldü” sözleriyle yaşadıkları durumun korkunçluğunu dile getirir.
Kendilerine yeterli yiyecek verilmez, ağır işlerde çalıştırılırlar. Yaşlı kadınlar, hep Kırım hasretini anlatırlar. Pek çoğu son günlerini yaşarken, son nefeslerini vermeden bir yudum dahi olsa Kırım’ın suyunu içmek isterler. “Bir yudum, bir yudumcuk kırım suyu olsa, içsem, rahat ölebilirdim” derler.
Bir gün bir kadıncağızla oğlunu çakallar yemiş. Aç çakallar. Oğlancağızı ayakkabılarından tanıyabilmişler. Bu olaydan üç gün sonra cepheden babası gelir. Selam verir. Askerden gelen bu yiğit adam selam verdikten sonra “cemaat” der “benim karım Anife, oğlum Server’i görenleriniz, tanıyanlarınız var mı? Fotisalalı idiler. Kim biliyor?” diye sorar. Hiç kimse bir şey diyemez, hiç kimse sesini çıkaramaz.
Sonra bir kadın, yaşlı bir kadın; “A balam!.. Allah… Allah sana sabırlar versin! Yazımız böyle imiş. Allah rahmet eylesin!..” der ve hadiseyi anlatır.
O, cepheden gelen yiğit adam, gözleri önünde kendini yere atıp öyle bir ağlamış, öyle bir dövünmüş, öyle bir yerleri tırmalamış ki, Kırımoğlu, adamın bu durumunu “dayanılır şey değildi” sözleriyle açıklamaya çalışır.
Sonra o adamı, o yiğidi kaldırırlar yerden, su verirler, biraz olsun sakinleştirmeye çalışırlar. Adamcağız yerden kalktığında saçları bembeyaz olmuştur. Çökmüş bir vaziyettedir. Bir anda ihtiyarlamıştır.
Kırımoğlu “şimdi düşünüyorum” der ve “yaşadığımız bu facialara, dehşetli günlere rağmen nasıl sağ kalabildik, vatanımız Kırım’a nasıl dönebildik diye?” sözleriyle hayatta kalmalarının, Kırım’a dönebilmelerinin adeta mucizevi bir durum olduğunu ifade etmek ister.
Bu mucizevi durumu yaşamalarının, bunun gerçekleşmesinin tek bir açıklaması olduğunu söyler. O da birliktir. “Biz birbirimizi koruyarak, birbirimizle dayanışarak, birlikte mücadele ederek bugünlere gelebildik” der ve sözlerine “Allah’a şükür her şeye rağmen dimdik ayakta kaldık. Millet olarak yok olmadık. Şimdi de halimiz ağır. Ama birlik beraberlik içinde bu günleri de geçeriz İnşaallah” diyerek devam eder.
Türk tarihinden hüzün dolu, acı dolu bir sayfayı, o günleri yaşayan birinin hatırasıyla aktarmaya çalıştık.
Cenab-ı Allah bu millete bir daha böyle acılar yaşatmasın!
Selam ve muhabbetle…
Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Buran, Kurşunlanan Türkoloji, 2019.
Youtube kanalı linkimiz.
https://www.youtube.com/@metinuygun713